21 research outputs found

    Fetus in fetu : a case report

    Get PDF
    Fetus-in-fetu (FIF), gebelik esnasındaki anormal embriyogenezis sonrası gelişen nadir bir anomalidir. Malforme fetüs ikiz eşinin vücudu içinde büyümekte ve sıklıkla abdominal bir kitle olarak tespit edilmektedir. Klinikte FIF ve fetiform teratom (FT) tanıları arasında kesin bir sınır yoktur. Kliniğimize karında kitle nedeniyle başvuran yedi yaşındaki erkek hasta değerlendirildi. Bu nadir görülen olgu nedeniyle, FIF ile FT ayırıcı tanısındaki gerekli kriterleri tartıştık.Fetus in fetu (FIF) is a rare anomaly due to an abnormal embriogenesis of fetus during pregnancy. Malformed fetus grows in the body of co-twin and its frequently detected as an abdominal mass. There is no clear distinction between the term of FIF and fetiform teratoma (FT). A seven years old boy who admitted to our clinic with an abdominal mass was examined. In the light of this case, we discussed the criteria's of differential diagnosis between FIF and FT

    Comparison of TNM 1987 and TNM 1997 classifýcations in staging of renal adenocarcinoma

    Get PDF
    Amaç: Böbrek adenokarsinomunun klinik olarak doğru evrelenmesi prognoza yönelik bilgiler ve doğru tedavi seçimi sağlama açısından önem taþımaktadır. Bu çalıþmada bilgisayarlı tomografi (BT) ile klinik evrelemede, hemTNM87 hem de 97 sınıflamasının patolojik evreleme ile korelasyonunu incelemeyi amaçladık. Yöntem: Ocak 1995-Kasım 2000 tarihleri arasında böbrek adenokarsinomu tanısı ile radikal nefrektomi uygulanan 66 olgununBTve patoloji bulgularına göre yeniden evrelemesi yapıldı. Bulgular: TNM 97 evreleme sistemi uygulandığında, TNM 87'ye göre T2 evre olan 23 olgunun T1 evreye geçtiği belirlendi. T3 olgularında ise evrelemede bir değiþim olmadı. BT ile klinik evrelemenin patolojik evrelemeye korelasyonu, hem TNM 87 hem TNM 97 sınıflamasına göre istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Sonuç: Böbrek adenokarsinomlarının klinik evrelemesinde BT etkin ve güvenilir bir tanı yöntemidir. TNM 97 evreleme sisteminin patolojik evre ile olan uyumu, TNM 87 sistemine göre istatistiksel olarak daha yüksek bulunmuþtur (p<0.01). Yeni sınıflama ile saptanan evre II'den evre I'e belirgin kaymanın olgulardaki takip maliyetlerini azaltabileceği sonucuna vardık.Objective: Accurate clinical staging of renal adenocarcinomas is important in determining prognosis and correct mode of therapy. In the present study, we aimed to examine the correlation of clinical staging with computerized tomography (CT)accordingtobothTNM 1987 and 1997 classifications withpathological staging. Material and Methods: Sixty-six patients with a diagnosis of renal adenocarcinoma who underwent radical nephrectomy between January 1995-November 2000 were re-staged according to CT and histopathological findings. Results: Using the TNM 1997 classification resulted in a redistribution of 23 patients from stage pT2 to stage pT1. There was no change in classification of patients with pT3 disease. Clinical staging with CT and pathological correlation was found to be statistically significant in both TNM 1987 and TNM 1997 staging classifications (p<0.001). Conclusion: Clinical staging of renal adenocarcinomas with CT is an effective and reliable method. TNM 1997 staging has a statistically higher correlation with pathological staging compared to TNM 1987. It is concluded that the apparent shift of cases from stage II to stage I with the new classification will help decrease of follow-up costs

    Renal hücreli karsinomun rastlantısal olarak görülme sıklığı

    No full text
    Nowadays, a lot of malignancies are incidenially diagnosed after widely using radiodiagnostic techniques. We reviewed 24 patients with renal cell carcinoma in order to determine the rate of incidental carcinoma between 1992-1994. The incidence was 4 16%.Radyodiagnostik tekniklerin yaygın olarak kullanıma girmesi ile beraber birçok malignitede rastlantısal tanı gündeme gelmiştir. 1992-1994 yılları arasında renal hücreli karsinom tanısı konulan 24 olgu retrospektif olarak değerlendirildi ve. rastlantısal olarak renal hücreli karsinom tanısı konulma sıklığı araştırıldı. Rastlantısal renal hücreli karsinom sıklığı %4.16 olarak bulundu

    Epidemiology of forensic cases in a urology clinic

    No full text
    Amaç: Bu çalışmada adli merciler tarafından ürologlara ne tür olguların yönlendirildiği ve verilen raporların mahkeme sonuçlarını nasıl etkilediği araştırılmıştır. Gereç ve yöntem: Mayıs 2006-Temmuz 2010 döneminde mahkeme celbi ile üroloji kliniğine araştırılmak üzere gönderilmiş 524 dosya incelendi. Bunların 311’i erkek cinsel fonksiyon bozukluğu araştırılması, 152’si alt üriner sistem disfonksiyonu araştırılması, 22’si cinsiyet tayini ve 39’u fertilizasyon yeteneği araştırılması amacıyla gönderilmiş hastalardı. Bulgular: Toplam 524 dosyanın 427’sinin davalarının sonuçlandığı ve dava sonuçlarının tamamının verilen adli tıp raporu doğrultusunda olduğu görüldü. Cinsel fonksiyon bozukluğu araştırılan 311 dosyadan 290’ının davası sonuçlanmıştı. Bu hastaların 49’unda (%16.9) erektil disfonksiyona neden olabilecek bir patoloji saptandı (p=0.41). Alt üriner sistem disfonksiyonu araştırılan, davası sonuçlanmış 110 dosyanın 98’inde (%89.1) dava gerekçesi ile ilişkili üroloji raporlarına ulaşılmıştır (p<0.001). Sonuçlanmış 15 cinsiyet tayini dosyasının tamamında ve fertilizasyon araştırılması sonuçlanmış 12 hastanın tamamında ürolojik raporlara uygun dava sonuçları izlenmiştir. Sonuç: Adli olgu incelemeleri günlük üroloji pratiğinde önemli bir yer işgal etmeye başlamıştır. Bu olgular arasında cinsel fonksiyon değerlendirilmesi ve karara varılması en zor olgulardır. Bu olguların nokturnal penil tümesans testi ile değerlendirilmesi ve gerektiğinde bu amaçla uygun merkezlere yönlendirilmeleri uygun olacaktır.Objective: In this study, we investigated the types of cases referred to urologists by judicial authorities and how the reported results affect the court results. Materials and methods: Between May 2006 and July 2010, 524 files that were sent to urology clinic by judicial authorities were investigated. Of these cases, 311 were to investigate male sexual dysfunction, 152 lower urinary system dysfunction, 22 sex determination, and 39 fertilizing ability of the patients. Results: Of 524 lawsuits, 427 were resulted, and the case file results were in line with all of the forensic medicine reports. Of 311 case files about sexual dysfunction 290 were resulted. In 49 of these patients (16.9%), a pathology that can cause erectile dysfunction was detected (p=0.41). Of 110 cases investigated for lower urinary tract dysfunction, urology reports related with the case were obtained in 98 subjects (89.1%) (p&lt;0.001). All of the 15 cases with sex determination and 12 patients with fertilization investigation had court results that were in line with urologic reports. Conclusion: The forensic cases have started to occupy an important place in daily urological practice. Among these cases, evaluation and determining the sexual function was one of the most difficult cases. These cases should be evaluated with nocturnal penile tumescence test, and if needed, should be referred to appropriate centers for this aim

    Üreteroskopi ve pnömotik litotripsi: 1056 olgu

    No full text
    Introduction: In this study, we aimed to assess the treatment outcomes after ureteroscopy (URS) and pneumatic lithotripsy for ureteric stones especially in relation to stone localization and size in an attempt to analyze the efficacy of pneumatic lithotripsy. Short term and long term complications are also presented. Materials and Methods: Data of 1056 patients, who underwent URS and pneumotic lithotripsy for ureteric stones between August 1987 and June 2004, were retrospectively analyzed. Patients were stratified into two different groups with respect to stone localization and size. Groups were compared regarding stone free rate (SFR) and complications. Groups were also assessed for JJ requirement and unintentional stone push-back. Long term complication rates were presented. Results: Overall SFR and major complication rates were 89.8% and 2.9%, respectively. There was a statistically significant difference regarding SFR and complication rates among the three groups with respect to stone localization (p=0.01). Highest SFR (92.9%) and lowest complication rate (2%) were achieved for the distal ureter. SFR decreased while complication rate was increasing with increasing stone size in all ureteric locations. JJ requirement was the highest for the proximal ureter. There was no difference in long term complication rates among the three groups. Conclusion: The outcomes for URS and pnematic lithotripsy yield high success rates and low complication rates specifically in distal ureteric stones. However, SFR decreases while complication rate increases towards the proximal ureter. There is a negative correlation with SFR and a positive correlation with complication rate with increasing stone size.Bu çalışmamızda üreteroskopi (URS) ve pnömotik litotripsi ile tedavi ettiğimiz üreter taşlarındaki sonuçlarımızı özellikle taş yerleşimini ve büyüklüğü açısından sunmak, kısa ve uzun dönem istenmeyen yan etki oranlarını belirlemek ve pnömotik litotripsinin etkinliğini saptamayı amaçladık. Ağustrs 1987 ve Haziran 2004 tarihleri arasında kliniğimizde üreter taşı nedeniyle tedavi amacıyla URS ve pnömotik litotripsi uygulanmış 1056 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Taş yerleşimi ve boyutuna göre oluşturulan gruplarda başarı ve istenmeyen yan etki oranları değerlendirildi. Gruplar ayrıca taşın böbreğe geri kaçma oranlan ve ameliyat sırasında JJ gereksinimi açısından karşılaştırıldı. Kayıtlı uzun dönem istenmeyen yan etkileri sunuldu. URS ve pnömotik litotripsi sonrasında %89.8 taşsızlık ve %2.9 önemli istenmeyen yan etki oranı izlendi. Yerleşimine göre oluşturulan gruplar arasında taşsızlık ve istenmeyen yan etki oranlan açısından istatistiksel anlamlı farklılık saptandı (p=0.01). En yüksek başarı (%92.9) ve en düşük istenmeyen yan etki oranı (%2)'alt üreterde izlendi. Artan taş boyutu ile her üç yerleşimde de başarı oranlarının düştüğü, istenmeyen yan etki oranlarının ise arttığı görüldü. JJ gereksiniminin en çok üst üreter taşlarında olduğu izlendi. Uzun dönem istenmeyen yan etki oranları açısından gruplar arasında fark saptanmadı. URS ve pnömotik litctripsi ile özellikle alt üreter taşlarının tedavisinde yüksek başarı ve düşük istenmeyen yan etki oranlarına ulaşmak mümkündür. Ancak üst üretere yaklaştıkça başarı düşmekte, istenmeyen yan etki oranları artmaktadır. Artan taş boyutu ile taşsızlık arasında negatif, istenmeyen yan etki oranı ile ise pozitif korelasyon vardır
    corecore